Benim küçük dostlarım kitabının konusu , Çocukları ve öğrencilerini çok seven bir öğretmenin çocuklarla yaşadığı anları anlatır.
Aşağıda kitaptaki bir kaç hikayeden örnekler sunulmuştur.
Mefharet ve Arkadaşları:
Çocuklar, genç öğretmenleri severler. Yeter ki, gülümseme*sini bilsin..
Memleketin sıkışık, karanlık günleriydi. Bîr yandan okuyor, bir yandan da özel bir lisenin ilköğretim kısmında öğretmenlik yapıyordum.
Çok gençtim, bir öğretmen için fazla genç. Beşi kız, diğerle*ri erkek otuz öğrencim vardı. O sınıfa adım attığım gün duyduğum heyecanı ve korkuyu, o sınıftan her çıkışta hissettiğim tatlı gururu ve sevinci başka hiçbir sınıfın eşiğinde duymuş değilim.
Her öğrencime altı sayfa ayırdığım bir defter yapmıştım. Dersleri, aile durumunu günü gününe not ediyordum. Bugün, yirmi beş yıl sonra, sararmış yapraklarını ile elimde duran bu defteri yine o günkü heyecanla elime alıp, sayfalar arasında dolaşıyorum.
Mefharet, ilk öğrencim, ilk küçük dostumdur. İşte yıllar önce onun için yazdıklarım:
Aydınlık, kocaman mavi gözleri var. Dudakları kızıl bir gül goncasına benziyor ve dişleri pırıl pırıl yanan iki dizi inciye.
O; sınıfın melikesi. Bütün ötekiler onun emirlerini yerine getirmek için oraya toplanmışlar.
Ben onun tarafından sevildiğim için gurur duyuyordum. Zannedi*yordum ki onun sevgisini kaybedersem, bütün sınıf bir anda benden yüz çevirecek…”
Kıskanç Fatma; on iki yaşında olmasına rağmen tam bir cen*tilmen olan Nurettin; Sedat’la Orhan, büyüğü solgun, sessiz; kü*çüğü al yanaklı, şen iki kardeş.
Bir gün hastalanmıştım. Uzun süre okula gidemedim. Sınıfça ziyaretime gelmişlerdi. Karyolamın üstü bir anda çiçeklerle dolmuş*tu.
Ve bu çocuklar; beni o gün ne derece mutlu etmiş olduklarını asla bilmeden dönüp evlerine gittiler.
Nadide:
Okula başladığımda, hastanedeydi. Hep beraber ziyaretine gitmiştik. Beyaz örtüler arasında solgun bir papatya gibi yatıyor*du.
Bizlere hoş geldiniz dedikten sonra, Mediha ablasının diktiği elbiseyi görünce çok sevindi. Konudan konuya atlayarak konuş*maya başladı. Benim nutkum tutulmuştu; daha fenası boğazıma bir şey tıkanıyor ve gözlerime yaş hücum ediyordu ve bu içli çocuğun yanında ağlamamak için dudaklarımı çiğniyordum.
Coşmuştu, kemanını zorla isteyip aldı. Sonra da hem çalıp, hem söylemeye başladı, güzel ve hazin bir sesi vardı. Çaldığı şarkının bir mısrası içime hançer gibi girip orada kaldı; onu öm*rüm oldukça unutamam!
“Yerlerde, göklerde, her şeyde gurbet! Yerlerde, göklerde, her şeyde gurbet!”
Sonra birkaç defa ziyaretine daha gittim. Dost olduk. Kimse*si yoktu. Bana bütün sırrını anlattı. Bu pek temiz, pek masum, pek çocukça bir gönül hikayesiydi, fakat onun hasta çocuk başının en büyük rüyasıydı. Öğretmen Lisesini bu sene bitirip muallim ola*cak bir çocukla, seneye o da mezun olduktan sonra evlenecekler*di. Kurduğu hayalleri yüzü kızararak anlatıyordu.
Nadide’cik şimdi, Edirne’de bir tepede, yalnız başına sonsuz uykusunu uyuyor.
Zeyno:
Sınıfta iki Zeynep vardı. Biri “San Zeynep” diğeri de “Arap Zeynep.” Biz “Arap Zeynep” i anlatacağız.
“Arap” diye seslendiklerinde, sinirlenmez, doğru derdi; ama içten içe de üzülürdü. Ben ise ona “Zeyno” diyordum. Bir süre sonra, herkes de benden görerek ona “Zeyno” diye hitap etmeye başladı.
Ne o kimseyi seviyordu, ne de kimse onu… Ben durmadan onun kalbinin kapısını arıyor; fakat bulamıyordum.
Bir İlkbahar gecesi, okulda nöbetçi idim. Kızlar gece etüdün*de sessiz sedasız çalışıyorlardı. Birdenbire kulağıma Zeyno’nun sesi geldi.”Hocanım! Hocanım!” diye inliyordu sanki. Koşa koşa yanma vardım. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Daha önce de geçirdiği baygınlıklar sebebiyle onu revire yatırdık. Geçirdiği baygınlıklar*dan babasını sayıklayarak uyanırdı. Ama bu sefer, “Ablam benim! Ablam!” diye feryat edip ellerime sarıldı.
O geceden sonra, Zeyno ile dost olduk. Hayat hikâyesini o zaman tam anlamıyla öğrenebilmiştim. Suriye’den kaçıp, Türki*ye’ye gelmişler. Babası, nenesi, küçük erkek kardeşi ne olmuşlar*dı, bilmiyordu. Babasına karşı, müthiş bir kini vardı. Yıllardır kendilerini arayıp bulamamış olmasını bir türlü hazmedemiyordu. “Ya ölmüşse?” dedim.
Bu ihtimal, onda bir umut, bir teselli oldu. Dünyada en çok sevdiği ve tek dayanabileceği insanın ölmüş olmasını, onun tara*fından ihmal edilmiş olmaya tercih ediyordu.